24 Saat Yetmiyor Diyenlere

24 Saat Yetmiyor Diyenlere

Benim gibi bir çoğunuz sabahları kendiliğinden değil de dıt dıııt diye öten bir sinyal serisiyle uyanmaktan dolayı huzursuz mu?… Hatta bazen öfkeli mi?…

Sabahın erken saatlerinde kendi isteğimizin dışında uyanmak ve yarım yamalak kahvaltıyla (ben çoğu zaman onu da yapamıyorum) apar topar evden çıkmak ve işlerin peşinde koşuşturmaya başlamak… Sabah başlayan curcuna günlük hayatın vazgeçilmez gereklerini yerine getirmeden öteye gidemeden bitiveriyor. Bir de bakıyoruz ki akşam olmuş bile…  Aman Allah’ım daha yapacak ne çok  işimiz var, keşke birkaç saatimiz daha olsaydı…

Gün 24 saat değil de 28 saat olsaydı ne olurdu?…  İnanın 24 saate sığdıramadıklarımızı ilave olarak istediğimiz o birkaç saate de sığdıramazdık… Bu döngü böyle sürüp giderdi…

Farkında mısınız?… Koşturuyoruz, delicesine…. Dur durak bilmeden, hep bir sonraki adımımızın derdinde hayatı nasıl yaşadığımızı bilemeden…  Sabah aynı saatte kalkıp hazırlanmalar, işe, okula, atölyeye koşuşturmalar ya da evdeki günlük yaşam… Akşam olunca yine aynı çılgın tempo… Bir gün, yeni bir gün daha… Bugün Çarşamba…Bir bakıyoruz ki öteki çarşambaya bir gün kalmış… Nasıl geçmiş, nasıl bitirmişiz hiç kendimizi düşünmeden, anlamamışız bile… Mutlu olup olmadığımızı, gerçek isteklerimizi bir an bile düşünmeksizin kendimizi koşuşturmacaya teslim etmişiz…

Bazen dünyayı bir sahneye benzetiriz… Bizlere yüklenen oyunları oynayan oyuncularızdır… Eğer dünya gerçekten bir sahneyse ve bizim bu sahnede rolümüz varsa unutmamamız gereken de bir şey var… Şu an yaşadığımız dünya ki rolümüz tek perdelik bir rol… İkinci bir perdede rol alma şansımız yok… Ve gerçekten rolümüz koşuşturmak mı?… Kendimizi unutarak yaşamak mı?… Sahne arkadaşlarınız… Ya onlara yeterince vakit ayırabiliyor musunuz peki?…

Yazıyı okumayı bitirdikten sonra lütfen gözlerinizi kapatınız ve durup bir dakika düşününüz… Ne yapıyorum, neredeyim, bu koşturmacanın içinde mutlu muyum, sevdiklerime yeterince vakit ayırabiliyor muyum, ya kendi isteklerim? Hobilerim, yıllardan beri yapmak isteyip de yapamadıklarım?… Suç kim de?.. Suç bu kısır döngü içinde insanın kendini kaybedercesine çalışmaya kaptırması mı?.. Yoksa içinde bulunduğumuz şartlar ve var olma savaşı mı?

Son yazımı “Yazıyı okumayı bitirdikten sonra lütfen gözlerinizi kapatınız ve durup bir dakika düşününüz… Ne yapıyorum, neredeyim, bu koşturmacanın içinde mutlu muyum, sevdiklerime yeterince vakit ayırabiliyor muyum, ya kendi isteklerim? Hobilerim, yıllardan beri yapmak isteyip de yapamadıklarım?… Suç kim de?.. Suç bu kısır döngü içinde insanın kendini kaybedercesine çalışmaya kaptırması mı?.. Yoksa içinde bulunduğumuz şartlar ve var olma savaşı mı?” diye bitirmiştim…

Ben de sizin gibi düşündüm… Yoğunlaştım bu konu üzerine… Aslında cevabı  vermek zor, ama bir gerçek var ki o da küçük yaşlardan itibaren ilkokul, lise, üniversite iş hayatı, evlilik, çocuk….derken durup dinlenmeksizin kendimizi bir engelli koşuda buluveriyoruz… Yaşamı yaşam gibi değil de yarışma gibi görüyoruz…Yüksek performans gösterip engelleri birer birer aştığımız sürece kendi kendimize verdiğimiz itici güçle daha çok, daha çok diyoruz… Peki ama nereye kadar? Önümüze aşamadığımız ilk engel çıkana değin bu soruyu kendimize sormuyoruz bile.
Yaşamak için, toplumda var olmak ve sorumluluklarımızı yerine getirmek için deliler gibi çaba gösteriyoruz… Bu arada yıllar bir su misali akıp gidiyor, farkına bile varamıyoruz…  Zamanı çok çabuk tükettiğimizi en iyi çocuklarımızın büyümelerinden anlıyoruz belki de…  Ama bu arada geçip giden yıllarla, eşimizi, sevdiklerimizi ne kadar ihmal ettiğimizi, evimize ve kendimize yeterince vakit ayıramadığımızı, hatta çocuklarımızın sevilesi en tatlı yaşlarını göremeden büyüttüğümüzü fark edemiyoruz… Belki de en çok bu acıtıyor içimizi… Hayır yavrum onu şimdi yapamayız, işim var diye hemen söyleyiveriyoruz… Ama bir bakıyoruz ki işimiz bittiğinde çocuğumuz o istediğini yapamayacak kadar büyümüş, bir anlamı kalmamış onun için…

Ne mutlu bize… Koşuşturup duracak bir işimiz var… Ne mutlu bize ki sağlığımız da var… Ama hayatın keyfini yeterince çıkarabildik mi bu arada, bu yoğun tempoda… Yoksa ne olup bittiğini anlayamadan yıllar 20, 30, 40, 50, 60 derken geçip gidiyor mu?         Şimdiki  aklımızla, 10 yıl öncesine dönmek… Hangimiz istemez ki? Ne de keyifli olurdu böylesi, ama olanaksız. O halde hayatı yaşarken yaşayalım… Şimdiki aklımızla şimdiyi yaşayalım… Yaşarken değerini, anlamını vermeye çalışalım… Her anın , her dakikanın keyfini çıkaralım… Ve lütfen sevdiklerimizi de ihmal etmeyelim… Biliyorum onların yaşam kalitesi için çalışıyorsunuz… Ama onları ihmalin bedeli daha yüksek inanın….

Dostlukla…

Bu gönderiyi paylaş

Randevu Al